14 Ocak 2010 Perşembe
13 Ocak 2010 Çarşamba
Çekim Kanunu'nda 2. Perde
Ben zaten okumayı da sonradan öğrenmiştim! Yeni bir şeye önce direnirim, inadım kırılınca denerim, sonra da fanatiği olur çıkarım ortaya... 40’ıma geldim bu böyle! Çekim kanunu vs... etrafımda dolanan erkenci arkadaşlarıma da uzun zaman gıcık oldum. “Öyle deme, kötü enerjiyi çekme!”, “İyi düşün iyi olsun!”, “Böyle deme, evren sana böylesini verir!” cümleleri etrafta uçuşuyor yıllardır. Sahiden sinirleniyorum bu “Sır”daşlık durumuna! Şimdi ne oldu peki? Haklı çıktılar ne olacak!
Herhalde ben bu gezegende her konuda yalnız değilim. Benim gibi düşünenler var mutlaka. Ruhani meselelere, enerjinin iyisine kötüsüne, yaydıklarımıza ve içimizde tuttuklarımıza, Reiki’ye, Feng Shui’ye, akıl sınırları içinde ve fanatizme kaçmadan ben de saygı duyuyorum. Hele Esra (Koyuncu) ile tanıştıktan sonra, Feng Shui ile ilgili söyledikleri kafama çok yattı. Zaten insana iyi gelen bir hatundur, güzel güzel anlattı bana iyi gelen şeyleri kendi kendime bulabileceğimi. Evin bir yerine kristal astım. (Öyle gerekti, nedenini unuttum!) Kristal güneşi gördükçe evin içi rengarenk oluyor, bu da bana iyi geliyor. Bayılırım öyle oyuncaklı işlere, çok seviyorum kristalimi ve ışıklarını. Evin başka bir yerine şırıl şırıl su akıtan bir yapay şelale koydum. Mumlar yakıyorum bazen, şelalemin sesi geliyor kulağıma, o da bana iyi geliyor. Şelale eve geldikten sonra bir arkadaşımın söylediği gibi “Paralar öyle bir akacak ki, koyacak yer bulamayacaksın!”durumuna geçmedik ama umudum var geçeceğiz!!
Reiki desen aynı! İnsanın iyi duygularla birine dokunarak veya dokunmayarak iyilik yollaması aklıma yatıyor. Bu da niye yatıyor biliyor musunuz, çünkü tersinin mümkün olduğunu binlerce kez gördüm. Tersi oluyorsa, yani kötülük akıtılıyorsa, iyilik daha güçlü bir duygu olduğuna göre o da akıtılır. Bunda inanmayacak bir şey yok. Amaaaaa, başım ağrıyor bir ilaç alayım dediğim anda, yok yok alma ben sana dokunurum geçer demeyeceksiniz bana. Ben ilacımı alırım, Reiki’mi de alırım, başımın ağrısı da bir şekilde geçer.
Nazar boncuklarını severim, harika bir grafiği vardır hepsinin... Yanında bir de kötü enerjiyi tepiyorlarsa ne güzel, her tarafım nazar boncuğu dolu! 7 fill olayına daha giremedim ama, yılbaşından önce kısmetse o işi de halledeceğim. Geçen gün bir koca buket defne yaprağım vardı, tütsüledi evin içinde bir arkadaşım, şükürler olsun belayı defettik evimizden!
Bunlar iyi şeyler, insanı hayatta tutuyor, binlerce yıldır varlar hayatımızda ve dünya gezegeni belki de onların sayesinde dönüp dönüp duruyor.
Gelelim çekim kanununa...
Bahar geldi, çekim kanunu beni bir itti ki...
Bildiğiniz Bahar değil, bizim Medea ekibinin parçası olan Bahar. Kızcağız işe başladı, nevrimiz döndü. Bir çekim kanunu tutturdu, bezdik! Ne desek, az önce vermiş olduğumuz örneklerde olduğu “aman öyle demeyin, öyle olur!”, “iyi çağırın iyi gelsin!” diye perişan etti bizi. Kriz gelmiş, kapıları zorluyor, herkes bütçe kısıyor, kısmayanlar ödemeleri uzatmışlar 5 aylık vadeye, yarın ne olacağı belli değil, omzumuza konmuş bir “iyilik perisi!” durmadan konuşuyor!
Neyse herhalde böyle söyleye söyleye bizim eve çekim ile ilgili kitapların girmesini sağladı. O demedi bir şey ama biz aldık. Nasıl oldu? Bir arkadaşımın evinde okuyacak kitap var mı diye bakarken okumadığım tek kitabının bu konuyla ilgili olduğunu gördüm. Hem de kutsal kitap dedikleri kitap; Sır! Bu Sır denen kitabın adı geçince bana sıkıntı basıyordu. Bir iki ay etrafta dolandı, sonra da okuttu kendini. Bir de ne göreyim, eskiden beri bilgi kullanılıyormuş. Shakespeare’de sırrına ermiş işin Newton’da... Edison da, Einstein da... Kitap bir de ukala! Ya sen de erersin bu Sır’ra diyor kısaca, ya da görmezden gelirsin, seçim senin!
Bundan sonra olanları madde madde yazayım da okuması kolay olsun.
- Ben Sır’rı okudum. Ve uygulamaya müsait minik minik örnekleri hayata geçirmeye başladım gizliden. Arabayla kalabalık bir otoparka giriyoruz örneğin, en iyi yerde boş bir yer istiyorum evrenden, tak karşıma çıkıyor.
- Eşim de okudu Sır’rı, baktım ufak tefek değişimler uçuşuyor evde. Diyelim ki ben çalan telefona bir sinirle koşturuyorum, “Bu da kim şimdi!” diye, arkadan bir ses duyuluyor hemen, “Nesli, böyle açma şu telefonları, iyilikle aç!”....
- Üstüne bir de filmini izledik. Okuduklarımızın aynısını dinledik bir bakıma. (Filmi sevmedim, anlatanlar bana güven vermedi ama anlattıklarını dinledim yine de...)
- Biz ufak ufak hayatımızı Sır’lamaya başlayınca, ona benzer konu ve kitaplar da kendini gösterdi. Geçen ay sizinle paylaştığım “Evrenden torpilim var!” öyle bir kitaptı örneğin.
- Kısaca biz altyapı çalışmalarını, kitapçıya gidip bir kitap almadan, özellikle bir şey aramadan yapmış olduk.
- Bizim evin havası değişti. Zaten kavga döğüş bir atmosferimiz yoktur ama bir yumuşadık biz karı-koca!
- Aralık ayından çok korkuyordum, işlerin sarpasarma olasılığı yüksekti. Toparlanma olasılığının daha yüksek olduğuna ikna ettim aklımı, ister inanın ister inanmayın Aralık ayının daha ilk gününden itibaren olmayacak işler olmaya başladı.
- Bana sakın sinir olmayın, vallahi doğru yazıyorum. Geçen Cuma akşamı evde otururken bir e-posta geldi, üstelik akşam sekizden sonra... İsim vermeden aynen yazıyorum gelen mesajı; “Merhabalar Neslihan Hanım, Açılış sırasındaki içten yardımlarınız için çok teşekkür ederiz. Şu anki borcumuzu listeleyerek bize gönderebilirseniz, ödemenin bir kısmını yapmak istiyoruz. Ayrıca hesap numaranızı da yazabilirseniz sevinirim. İyi çalışmalar, iyi günler.”
Şimdi bu mail size normal gelebilir. Ne var bunda diyebilirsiniz. Normal koşullar altında, muasır medeniyetler düzeyine erişmiş bir ülkede bir firma sahibine bir müşterisinden böyle bir mesaj gelirse bu normaldir. Herkes işini yapmaktadır. Ama bizim ülkede bu mesaj anormaldir. Benim gibi ağzınız açık bakakalırsınız. Ben daha faturamı kesmemişim, işin üzerinden 24 saat geçmemiş, müşteri daha yorgunluğunu bile atamamış durumda, haftabaşı olacak bu işler konuşulacak, sonra fatura kesilecek, fatura imzadan çıkacak mı, ne zaman çıkacak sorunsalları sürecek, sonra da bizim muhasebe onların muhasebesiyle bir şekilde işi çözecek. Yani önümüzde uzun bir ay var nereden baksanız. Yoo böyle olmuyor işte. Çünkü ben öyle çağırmadım bu işi. Yukarıdaki senaryo eskide kaldı, şimdi biz işimizi güzel güzel yapıyoruz, müşterimiz bize teşekkür ediyor. Bundan sonra da böyle olacak. 2010 yılında, hayat vitrininden seçtiğim herşey sepetime dolacak. Hayal ettiğim kitabım 2010’da basılacak. Evimizin uzun zamandır özlemle beklediğimiz küçük yaratığı umuyorum bize bu yıl katılacak. İyilikler yapacağız, iyilikler bulacağız. Ve olacak iyilikleri sizinle paylaşacağım hep, iyiliğe inanmanız için.
Herhalde ben bu gezegende her konuda yalnız değilim. Benim gibi düşünenler var mutlaka. Ruhani meselelere, enerjinin iyisine kötüsüne, yaydıklarımıza ve içimizde tuttuklarımıza, Reiki’ye, Feng Shui’ye, akıl sınırları içinde ve fanatizme kaçmadan ben de saygı duyuyorum. Hele Esra (Koyuncu) ile tanıştıktan sonra, Feng Shui ile ilgili söyledikleri kafama çok yattı. Zaten insana iyi gelen bir hatundur, güzel güzel anlattı bana iyi gelen şeyleri kendi kendime bulabileceğimi. Evin bir yerine kristal astım. (Öyle gerekti, nedenini unuttum!) Kristal güneşi gördükçe evin içi rengarenk oluyor, bu da bana iyi geliyor. Bayılırım öyle oyuncaklı işlere, çok seviyorum kristalimi ve ışıklarını. Evin başka bir yerine şırıl şırıl su akıtan bir yapay şelale koydum. Mumlar yakıyorum bazen, şelalemin sesi geliyor kulağıma, o da bana iyi geliyor. Şelale eve geldikten sonra bir arkadaşımın söylediği gibi “Paralar öyle bir akacak ki, koyacak yer bulamayacaksın!”durumuna geçmedik ama umudum var geçeceğiz!!
Reiki desen aynı! İnsanın iyi duygularla birine dokunarak veya dokunmayarak iyilik yollaması aklıma yatıyor. Bu da niye yatıyor biliyor musunuz, çünkü tersinin mümkün olduğunu binlerce kez gördüm. Tersi oluyorsa, yani kötülük akıtılıyorsa, iyilik daha güçlü bir duygu olduğuna göre o da akıtılır. Bunda inanmayacak bir şey yok. Amaaaaa, başım ağrıyor bir ilaç alayım dediğim anda, yok yok alma ben sana dokunurum geçer demeyeceksiniz bana. Ben ilacımı alırım, Reiki’mi de alırım, başımın ağrısı da bir şekilde geçer.
Nazar boncuklarını severim, harika bir grafiği vardır hepsinin... Yanında bir de kötü enerjiyi tepiyorlarsa ne güzel, her tarafım nazar boncuğu dolu! 7 fill olayına daha giremedim ama, yılbaşından önce kısmetse o işi de halledeceğim. Geçen gün bir koca buket defne yaprağım vardı, tütsüledi evin içinde bir arkadaşım, şükürler olsun belayı defettik evimizden!
Bunlar iyi şeyler, insanı hayatta tutuyor, binlerce yıldır varlar hayatımızda ve dünya gezegeni belki de onların sayesinde dönüp dönüp duruyor.
Gelelim çekim kanununa...
Bahar geldi, çekim kanunu beni bir itti ki...
Bildiğiniz Bahar değil, bizim Medea ekibinin parçası olan Bahar. Kızcağız işe başladı, nevrimiz döndü. Bir çekim kanunu tutturdu, bezdik! Ne desek, az önce vermiş olduğumuz örneklerde olduğu “aman öyle demeyin, öyle olur!”, “iyi çağırın iyi gelsin!” diye perişan etti bizi. Kriz gelmiş, kapıları zorluyor, herkes bütçe kısıyor, kısmayanlar ödemeleri uzatmışlar 5 aylık vadeye, yarın ne olacağı belli değil, omzumuza konmuş bir “iyilik perisi!” durmadan konuşuyor!
Neyse herhalde böyle söyleye söyleye bizim eve çekim ile ilgili kitapların girmesini sağladı. O demedi bir şey ama biz aldık. Nasıl oldu? Bir arkadaşımın evinde okuyacak kitap var mı diye bakarken okumadığım tek kitabının bu konuyla ilgili olduğunu gördüm. Hem de kutsal kitap dedikleri kitap; Sır! Bu Sır denen kitabın adı geçince bana sıkıntı basıyordu. Bir iki ay etrafta dolandı, sonra da okuttu kendini. Bir de ne göreyim, eskiden beri bilgi kullanılıyormuş. Shakespeare’de sırrına ermiş işin Newton’da... Edison da, Einstein da... Kitap bir de ukala! Ya sen de erersin bu Sır’ra diyor kısaca, ya da görmezden gelirsin, seçim senin!
Bundan sonra olanları madde madde yazayım da okuması kolay olsun.
- Ben Sır’rı okudum. Ve uygulamaya müsait minik minik örnekleri hayata geçirmeye başladım gizliden. Arabayla kalabalık bir otoparka giriyoruz örneğin, en iyi yerde boş bir yer istiyorum evrenden, tak karşıma çıkıyor.
- Eşim de okudu Sır’rı, baktım ufak tefek değişimler uçuşuyor evde. Diyelim ki ben çalan telefona bir sinirle koşturuyorum, “Bu da kim şimdi!” diye, arkadan bir ses duyuluyor hemen, “Nesli, böyle açma şu telefonları, iyilikle aç!”....
- Üstüne bir de filmini izledik. Okuduklarımızın aynısını dinledik bir bakıma. (Filmi sevmedim, anlatanlar bana güven vermedi ama anlattıklarını dinledim yine de...)
- Biz ufak ufak hayatımızı Sır’lamaya başlayınca, ona benzer konu ve kitaplar da kendini gösterdi. Geçen ay sizinle paylaştığım “Evrenden torpilim var!” öyle bir kitaptı örneğin.
- Kısaca biz altyapı çalışmalarını, kitapçıya gidip bir kitap almadan, özellikle bir şey aramadan yapmış olduk.
- Bizim evin havası değişti. Zaten kavga döğüş bir atmosferimiz yoktur ama bir yumuşadık biz karı-koca!
- Aralık ayından çok korkuyordum, işlerin sarpasarma olasılığı yüksekti. Toparlanma olasılığının daha yüksek olduğuna ikna ettim aklımı, ister inanın ister inanmayın Aralık ayının daha ilk gününden itibaren olmayacak işler olmaya başladı.
- Bana sakın sinir olmayın, vallahi doğru yazıyorum. Geçen Cuma akşamı evde otururken bir e-posta geldi, üstelik akşam sekizden sonra... İsim vermeden aynen yazıyorum gelen mesajı; “Merhabalar Neslihan Hanım, Açılış sırasındaki içten yardımlarınız için çok teşekkür ederiz. Şu anki borcumuzu listeleyerek bize gönderebilirseniz, ödemenin bir kısmını yapmak istiyoruz. Ayrıca hesap numaranızı da yazabilirseniz sevinirim. İyi çalışmalar, iyi günler.”
Şimdi bu mail size normal gelebilir. Ne var bunda diyebilirsiniz. Normal koşullar altında, muasır medeniyetler düzeyine erişmiş bir ülkede bir firma sahibine bir müşterisinden böyle bir mesaj gelirse bu normaldir. Herkes işini yapmaktadır. Ama bizim ülkede bu mesaj anormaldir. Benim gibi ağzınız açık bakakalırsınız. Ben daha faturamı kesmemişim, işin üzerinden 24 saat geçmemiş, müşteri daha yorgunluğunu bile atamamış durumda, haftabaşı olacak bu işler konuşulacak, sonra fatura kesilecek, fatura imzadan çıkacak mı, ne zaman çıkacak sorunsalları sürecek, sonra da bizim muhasebe onların muhasebesiyle bir şekilde işi çözecek. Yani önümüzde uzun bir ay var nereden baksanız. Yoo böyle olmuyor işte. Çünkü ben öyle çağırmadım bu işi. Yukarıdaki senaryo eskide kaldı, şimdi biz işimizi güzel güzel yapıyoruz, müşterimiz bize teşekkür ediyor. Bundan sonra da böyle olacak. 2010 yılında, hayat vitrininden seçtiğim herşey sepetime dolacak. Hayal ettiğim kitabım 2010’da basılacak. Evimizin uzun zamandır özlemle beklediğimiz küçük yaratığı umuyorum bize bu yıl katılacak. İyilikler yapacağız, iyilikler bulacağız. Ve olacak iyilikleri sizinle paylaşacağım hep, iyiliğe inanmanız için.
13 Kasım 2009 Cuma
Kimin Kız Kule’si var!
Benim var.
Kapımın önünden kalkıyor teknesi.
Biniyorum, Asya ve Avrupa’nın tam ortasında, iki kıtanın dalgalarının birleştiği noktada, kapısından kendinden büyük gemiler geçtiği için her daim ürkek, bir gelen olduğunda tüllerinin ardına gizlenen bir Kız Kule’m var.
Eşlikçi martıları, boğazın balıkları, gözleri ufukta kaptanları, bulut yüklü rüzgarları, iki yaka arasında milyon yıldır gidip duran dalgaları var.
Kız Kule’m.
İçinde iki tane köpek var.
Bir tanesi nasıl arsız! Gülümseyişinden tanıyor seveni. Hele de konuşmaya kalkarsanız, keyfinden ne yapacağını şaşırıyor. Beyaz. Kulesi gibi.
Diğeri şişman. Yerinden kalkamıyor. İyilik yapıyoruz sanmışlar, çok kaçmış proteini. Şimdi diet mama yiyor, iyileşmeyi bekliyor. Sakin, durgun bir yaratık, denize kontrast.
Kız Kulesi’nden bakıyorum iki kıtaya.
Gözlerim doluyor.
Eskiden bu iki kıta, iki Osmanlı hatunu gibi karşı karşıya gün boyu sohbet eder, kaneviçe işlerlermiş. Udu önce biri alırmış eline, sonra öteki... Biri manolya kokarmış, diğeri yasemin. Biri balık takarmış göğsüne broş diye, diğeri martı... Birinin kocası kara yağız bir Anadolu yakışıklısıymış, diğerinin ki mavi gözlü bir Trakya beyi... Öyle güzellermiş öyle güzellermiş ki, kan gövdeyi götürürmüş uğurlarında...
Şimdi...
İki kadın var karşı karşıya birbirine yabancı.
Aralarında görünmez milyonlarca gerilim hattı. Biri kara çarşaflı, biri sokak kadını. Bir tanesi saklıyor güzelliklerini, diğeri savuruyor acımadan... Yedikleri içtikleri, hüzünleri, sevinçleri, müzikleri bile ayrı düşmüş.
Kokuları yitip gitmiş.
Kız Kule’sine bakıyorum yeniden, soruyorum içimden...
Bu “ikili delilik” arasında bu kıza kim bakmış, onu kim büyütmüş, kaç sene aç susuz kalmış, kimler örselemiş güzel bedenini, sonra kim bulmuş, kim sarmış yaralarını?
Niye hüzün veriyor bana Kız Kulesi, kahkahalar attıracağı yerde?
Oysa dünyada kimsenin Kız Kulesi yok.
Benim var.
(Kız Kulesi çizgisi, Sunay Akın'ın harika aklının yönettiği harika kaleminden)
11 Kasım 2009 Çarşamba
Protesto Güzeldir!
10 Kasım gazetelerini karıştırırken, Derya Baykal’dan anlamlı tişört diye bir başlık gördüm. Heyecanlanıp hemen tıkladım. Derya Baykal 10 Kasım’a ve Ata’ya saygı anlamında bir tişört giymiş. Çok ta güzel olmuş.
Kaç zamandır hayal ettiğim tişört protestosu ile ilgili bir gelişme sayılır bu.
Hayalim her gün milyonlarca insanın, nefeslerini tutarak izlediği canlı yayınlarda sunucuların veya konukların, topluma verilebilecek mesajları, esprili, etkili ve akılda kalıcı olacak şekilde üstlerine geçirmeleri.
CHP’lilerin mecliste pankart açmaları gibi bir şeyden sözetmiyorum hayır:)
Politik mesajlardan hele hiç sözetmiyorum.
Dünya, ekonomik, politik, sosyolojik, psikolojik binlerce sorunla dolu. İnsanların bazı konularda, toplumda fikir önderliği yapan kimselerce bilgilendirilmeleri, okullarda öğretilenlerden daha etkili olur hissindeyim.
Siz istediğiniz kadar el ilanı dağıtın, afişler asın oraya buraya, Seda Sayan’ın elini beline koyarak “Hanımlar, bundan sonra daha az naylon poşet kullanıyoruz” demesi kadar etkiniz olmaz!
Okan Bayülgen’in harika siyah takımlarından vazgeçip, örneğin, “Eğitim, her çocuğun hakkıdır!” yazan bir tişört giymesi bence çok anlamlı olur.
En sevdiğim yöneticilerden biri olan Sn. Akın Öngör’ün her programa (ki çok sevilen bir konuk kendisi) yönettiği derneğin protesto tişörtleriyle çıkmasını ben çok sempatik ve etkili bulurdum doğrusu.
Eda Taşpınar’ı ele alalım. Her giydiği konu olduğu için bunu da yapsa günlerce okuruz gazetelerde... Öylesine ilgi çeken ve güzel bir kadın, hakkıyla taşır mesajları topluma... Herhalde onun da protesto etmek isteyeceği bir şey vardır. Kadıncağız ördek tüyünden elbise süsü yaptı, ortalık yıkıldı, anımsayın.
Ben Başbakan olsam, iletişimcilerimden bunu mutlaka isterdim. Bana günlük kıyafet olarak giyebileceğim, şu şu şu mesajları taşıyan tişört’ler hazırlatın derdim.
Protesto edilecek çok şey var.
Temiz enerji, su tasarrufu, eğitim, insan hakları, hayvan hakları, çevre ile ilgili bir sürü dert, çeşitli sağlık kampanyaları neler neler bulunur.
Milyonlarca insana görünür olmayı başarsaydım eğer bunu yapardım.
Çünkü hayatın bir parça protesto ve bir şeyleri değiştirme cesareti ile daha lezzetli bir şey olacağına inanıyorum.
10 Kasım 2009 Salı
Atatürk ve Kasımpatları
Atatürk, benim çocukluğum demek, gençliğim demek.
9 Kasım gecesi şiirimi ezberimden okuyup, yastığımı gözyaşlarımla ıslatmam demek.
10 Kasım sabahları erkenden kalkıp, o güne çok yakışan kara önlüğümün altına giydiğim ayakkabıları parlatmam demek.
Şiir okuyacak çocuklarla öğretmenlerin arkasında beklerken, kendi şiirim gelinceye dek her konuşmada içli içli ağlamam, şiirimi okurken gözlerimi kapamam ve var gücümle haykırmam demek.
Elimde ne olur ne olmaz diye tuttuğum ezber kağıdımın avuçlarımın ıslaklığı ve heyecanımla paramparça olması demek.
İzleyicilerin arasındaki dedemin, cebinden eksik etmediği kocaman mendiliyle gözlerini sildiğini görmem demek.
Atatürk demek, Posof’ta küçük bir kız çocuğunun O’na teşekkür için yazdığı mektup demek. Bir gün babaaannem olacağını, ruhunu bana bırakacağını bilmeyen o kız çocuğunun Atatürk’ten gelecek yanıtı uykusuz beklemesi demek.
Atatürk demek Çanakkale demek, Samsun demek, Ankara demek, Sivas demek, İstanbul demek, İzmir demek...
Ve bu ülkede, benimki gibi bir ailede büyüyen bir çocuk için Atatürk’ü sevmek, ekmeği sevmek, anne-babayı sevmek, kardeşini sevmek, insanı, ülkeni, dünyayı sevmek demek.
Büyüdüm artık ben. Kırk yaşım geldi dayandı kapıya.
Artık daha çok seviyorum Atatürk’ü.
Çünkü eskiden ezbere seviyordum, şimdi nedenini bilerek seviyorum.
Atatürk, beni bugüne getiren herşey demek.
Bana göre Atatürk demek, koca bir yarımada dolusu kasımpatı demek. Beyaz, soğuğa inat güzel, bir yarımada dolusu kasımpatı...
9 Kasım 2009 Pazartesi
iki sesli koro
Her konuda iki ses çıkıyor.
Her konuda taraf olmamız bekleniyor.
İki kıyıdan oluşan bir ülkeye dönüştük nedense.
Derin bir yar oluştu aramızda. Farklı insan görmeye tahammülümüz yok.
Oysa farklılıkların uyumuyla güzelleşen bir ülke olmakla övünürdük.
Her dilden, her dinden, her ırktan insanın bir çatı altında huzurlu olabildiği bir ülke.
O kadar güvenmez olduk ki birbirimize, hastalanmamak için aşı oldu diyene, senin bundan ne menfaatin olacak diye soruyoruz.
Birisi iyi günler dilese, hiçbir şey dileme benden diyesimiz var!
Bana göre en acaip olan da şu; biz ülke çoğunluğunun tercih ettiği bir düzene, içinde yaşamadığımız bir insan topluluğunun işaret ettiği bir lidere, onları yok sayarak karşı çıkıyoruz.
Artık midemi bulandırıyor, taşın altına elini sokmadan ahkam kesiyor olmak.
En kalabalık saatte, bir otobüste ayakta kalarak, 1 saat boyunca işe gitmeye, 1 saat boyunca eve dönmeye çalışmak neymiş bilmiyor olmaktan, o otobüsteki ter kokusunun onda birini duyunca burun kıvırıyor olmaktan, ay başında alınan emekli maaşının kaça bölündüğünü ve bu kaçın kaç yarayı kapadığını hesaplamanın ne demek olduğunu anlamamaktan nefret ediyorum.
Başlıkları okuyup masabaşı sohbetine malzeme toplayanlardan, meselenin özünü merak bile etmeyenlerden, beş dakika empati yapsa migreni tutanlardan, bir kez bile, evinde çalışan kadının nasıl bir insan olduğunu, nerede yaşadığını ne derdi olduğunu sormamış olanlardan, çok parası olduğu halde fakir bir çocuğa bir ayakkabı alamayanlardan, İstanbul’u oturdukları semt, Türkiye’yi oturdukları şehir sananlardan bana sahiden bıkkınlık geliyor.
Haaa...
Işıl ışıl ve renkli bir resmi siyah-beyaza çevirmeye çalışanlardan, Atatürk gibi bir lideri kendine düşman belleyenlerden, aklı fikri pantolonların/eteklerin içindekilerde olmasa onlara bu kadar takılmayacak olanlardan, ülkenin nasıl bir ekonomik strese girdiğini göre göre önlem almayıp saçma polemiklerle zaman kaybedenlerden, hala yüzlerce yıl sürmüş ata yadigarı imparatorluk mirasyedisi gibi davrananlardan, demokrasiden beslenip demokrasiyi zehirleyenlerden de aynı ölçüde rahatsız oluyorum.
Oluyorum da ne oluyor?
Ne yapıyorum birey olarak?
Yazıyorum. Peki. Yazıyorum da kim okuyor? Bana benzeyenler.
Herkesi kendi benzeri okuyor, herkes benzerinin söylediklerini paylaşıyor.
Herkes kendine benzeyeni, bir bakıma kendini alkışlıyor.
Her konuda taraf olmamız bekleniyor.
İki kıyıdan oluşan bir ülkeye dönüştük nedense.
Derin bir yar oluştu aramızda. Farklı insan görmeye tahammülümüz yok.
Oysa farklılıkların uyumuyla güzelleşen bir ülke olmakla övünürdük.
Her dilden, her dinden, her ırktan insanın bir çatı altında huzurlu olabildiği bir ülke.
O kadar güvenmez olduk ki birbirimize, hastalanmamak için aşı oldu diyene, senin bundan ne menfaatin olacak diye soruyoruz.
Birisi iyi günler dilese, hiçbir şey dileme benden diyesimiz var!
Bana göre en acaip olan da şu; biz ülke çoğunluğunun tercih ettiği bir düzene, içinde yaşamadığımız bir insan topluluğunun işaret ettiği bir lidere, onları yok sayarak karşı çıkıyoruz.
Artık midemi bulandırıyor, taşın altına elini sokmadan ahkam kesiyor olmak.
En kalabalık saatte, bir otobüste ayakta kalarak, 1 saat boyunca işe gitmeye, 1 saat boyunca eve dönmeye çalışmak neymiş bilmiyor olmaktan, o otobüsteki ter kokusunun onda birini duyunca burun kıvırıyor olmaktan, ay başında alınan emekli maaşının kaça bölündüğünü ve bu kaçın kaç yarayı kapadığını hesaplamanın ne demek olduğunu anlamamaktan nefret ediyorum.
Başlıkları okuyup masabaşı sohbetine malzeme toplayanlardan, meselenin özünü merak bile etmeyenlerden, beş dakika empati yapsa migreni tutanlardan, bir kez bile, evinde çalışan kadının nasıl bir insan olduğunu, nerede yaşadığını ne derdi olduğunu sormamış olanlardan, çok parası olduğu halde fakir bir çocuğa bir ayakkabı alamayanlardan, İstanbul’u oturdukları semt, Türkiye’yi oturdukları şehir sananlardan bana sahiden bıkkınlık geliyor.
Haaa...
Işıl ışıl ve renkli bir resmi siyah-beyaza çevirmeye çalışanlardan, Atatürk gibi bir lideri kendine düşman belleyenlerden, aklı fikri pantolonların/eteklerin içindekilerde olmasa onlara bu kadar takılmayacak olanlardan, ülkenin nasıl bir ekonomik strese girdiğini göre göre önlem almayıp saçma polemiklerle zaman kaybedenlerden, hala yüzlerce yıl sürmüş ata yadigarı imparatorluk mirasyedisi gibi davrananlardan, demokrasiden beslenip demokrasiyi zehirleyenlerden de aynı ölçüde rahatsız oluyorum.
Oluyorum da ne oluyor?
Ne yapıyorum birey olarak?
Yazıyorum. Peki. Yazıyorum da kim okuyor? Bana benzeyenler.
Herkesi kendi benzeri okuyor, herkes benzerinin söylediklerini paylaşıyor.
Herkes kendine benzeyeni, bir bakıma kendini alkışlıyor.
7 Kasım 2009 Cumartesi
Güzel ve çirkin
Ekilmeyi bekleyen iki lavanta fidesi sayesinde lavanta fikri düştü aklıma.. Rebul’un içime işleyen kokusunu da yanıma alıp geçtim bilgisayarın başına. Tarlalar buldum lavanta rengi, dünyanın en eski lavanta üreticilerinin çiftliklerine girdim, festival fotoğraflarına baktım. Fransa’nın Provence bölgesinin alamet-i farikasının lavanta olduğunu bugün öğrendim. Olağanüstü bir dünyanın, eski ve yeni distilasyon tekniklerinin, kokuların, renklerin içinde mutlu bir kaç saat geçirdim. Fotoğraflar indirdim, sevdiklerimle paylaştım. Rüya gibi hasatların ardından yaratılan ürünlere özenerek baktım.
Sonra kendimi geriye doğru çekip büyük resme baktım.
Bütün bu gördüklerimin ortak paydasının ne olduğuna.
Kültür ve estetik anlayışı.
Lavanta bugün karşılaştığım bir sembol.
Gezdiğim –henüz fiziksel olarak görmediğim- yerlerin, köylerin, evlerin, çiftliklerin ortak noktası onlarca yıldır biriktirdikleri bir kültür ve neredeyse her bir karede yüzüme vuran güzellikti.
Temizlikle kolkola.
Sonra bizim ülkemizdeki lavanta üreticilerini araştırdım. Lavanta tarlalarının fotoğraflarını aradım. Size ne bulduğumu anlatmayayım uzun uzun, merak edip siz de bakın. Ne demek istediğimi anlatacak fotoğraflar.
Bizim köyde bir dere akıyor. Derenin kenarında evler var. Birbirinden habersiz, derme çatma, hiçbir özelliği olmayan, betondan evler. O evlerde oturan köylüler, çıkan çöplerini dereye atıyorlar. Derenin bir yerine biri çöp atmaya görsün, resmi çöplük ilan ediliyor orası ve sürdürüyorlar pisliği.
Bizim köyün yanında benim de içinde oturduğum bir site var. Bu siteyi sanatçılar bir araya gelip inşaa etmiş. Zaman içinde el değiştirmiş evler, sadece sanatçılar değil, her meslekten insanın bir arada yaşadığı bir yer olmuş. Olabildiğince birbirinden uzak evler ve doğanın tam ortasında bir cennet oluşmuş gel zaman git zaman.
Ama tıpkı komşu köydekiler gibi bu sitede yaşayanlar yani kentliler de, hayatı misafir odası temiz dursun gerisi önemli değil mantığıyla yaşıyorlar. Kapılarının önü dışında bir yerle ilgilendikleri yok.
Köylü dereye çöp atmış ne gam, kentli –üstelik de sanatçı- komşusunun önüne eski kanalizasyon borularını atıyor, aylarca kaldırmamak üzere üstelik.
Kentli, yanında duran ormanı bahçesine dahil etmek için bir metre bir metre daha büyütüyor çitinin sınırlarını. Kentli, doğaya getiriyor çocuklarını her haftasonu, ama pet şişelerini ormana döküp dönüyor, kentine.
Lavanta dan çıkıp yola, bir göz atıp sağa sola, güzellikten niye anlamıyoruz ki biz diye hayıflanıp, kendi sokağımda bir komşu kavgasına dönüştürebildim yazıyı gördünüz mü?
Ama öyle güzel şeyler gördüm ki, moralim bozuldu etrafıma bakınca!
Bunu değiştiremem biliyorum.
Çünkü orası onların ama burası bizim değil ki koruyup, güzelleştirelim.
Biz, kendi ülkemize bile sahip değiliz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)